Esaretten Özgürlüğe Kaçış

Yayınlama: 09.01.2025
A+
A-

Ahmet Ak’ın “Madalyonun Öteki Yüzü” adlı kitabından alıntıdır.

Yeni yılın ikinci gününde, Jivkov’un zulmü altında varoluşsal kavgalar içinde kendisini tanımlamaya çalışan şampiyon Efraim Kamberoğlu’nun hikayesiyle sizi baş başa bırakıyorum.

Efraim’in varoluşsal hikayesi elbette bu sayfalara sığmaz; belki de ciltler dolusu kitap yazmamız gerekir.

“Bu hikayede olduğu gibi şampiyonların hayatına dokundukça, sol tarafımızdaki acının daha da katmerleştiğini ve daha çok acı hissettirdiğini fark ediyoruz.

Bulgaristan’ın Karaatlı köyünde takvim yaprakları 1957 yılını gösterirken, hamile olan Efraim’in annesi, gecenin bir yarısında doğum sancılarından kıvranıyor, sancılarının hafiflemesi için derin derin nefes almaya çalışıyordu. Bu sırada baba, sıklaşan sancılarla kıvranan eşini bir an önce köydeki doğum evine götürebilmek için büyük bir çaba sarf ediyordu.

Komşuların yardımıyla, eşini alarak hızlı bir şekilde köy sağlık ocağına doğru yola çıktılar. Doğum evine vardıklarında, hemşirelere seslenen baba, eşini bir an önce doğum odasına almak için çırpınıyordu.

Anne doğum sancılarıyla kıvranırken, Karaatlı köyünde gece yerini yavaşça aydınlığa bırakıyordu.

Anne doğum odasına alındığında, gecenin yorgunluğuyla bitkin düşen baba bir köşeye çekildi. Göz kapaklarına çöken uykuyu yenmeye çalışırken, içeriden gelecek müjdeli haberi sabırsızlıkla bekliyordu. Zihninde her geçen dakika umutla doluyor, zaman sanki daha da yavaşlıyordu.

Bir müddet sonra göz kapaklarının ağırlığına yenik düşen baba, ebenin kendisine seslenmesiyle irkilerek uyanmıştı. Ebe hanım sonunda beklenen müjdeyi baba’ya vermişti: “Nur topu gibi evladınız oldu.”

Baba, gözyaşları içinde heyecandan eli ayağına dolaşarak, önüne gelen insanlara sarılıyor ve bu mutluluğu paylaşıyordu. Ebe hanımın eline cebinden çıkardığı bir tomar leva’yı bahşiş olarak tutuşturuyordu.

Bir süre sonra servise alınan anneyi ziyaret edebilmek için acele eden baba, odaya girer girmez eşinin sağlığını sorduktan sonra göz ucuyla da yeni doğan evladını gülümseyerek seyrediyordu. Kundağa sarılı oğlunu hızlıca kucağına alarak Yaradan’a şükür ve dua ediyordu.

Baba, tıpkı anne gibi heyecanlıydı ve bir an önce oğlunun ismini koymak istiyordu. Bir müddet sonra, kucaklayıp bağrına bastığı küçük oğluna: “Senin adın Efraim olsun,” demişti.

Serviste bir süre daha dinlenen anne ve bebeğiyle eve dönen baba, çok mutluydu. İki çocuğundan sonra bir evlatları daha dünyaya gelmişti. Evde, iyi bir bakımla Efraim bebek ve anne günden güne sağlıklarına kavuşuyorlardı.

Anne, iyice toparlandıktan sonra doğumdan önce eşiyle birlikte çalıştığı kolhoz çiftliğinde bağ, bahçe ve tarla işlerinde yeniden çalışmaya başlamıştı. O zamanlar, Efraim’in anne ve babası, devletin kolhoz çiftliklerinde çalışarak, kendilerine tahsis edilen maaşla geçimlerini sağlıyorlardı.

Efraim’in doğumundan sonra baba, oğlunu her kucağına aldığında bağrına basarak ciğerlerine kadar kokusunu içine çekiyordu. Bu koku farklıydı; bu koku, diğer evlatlarının kokusundan çok daha farklıydı. Çünkü bu koku tam olarak bir şampiyonun kokusuydu.

Efraim’in köyü olan Karaatlı, pehlivanlar yurdu olarak bilinirdi. Köyde yıllardır güreşin önemli bir yeri vardı ve birçok ünlü pehlivan bu topraklardan çıkmıştı. Baba’nın en büyük dileği, köydeki ünlü pehlivanlar gibi, oğullarının da pehlivan olmalarıydı. Hatta Efraim’den önce doğan ilk oğlunu daha küçük yaşta güreş salonuna yazdırmıştı. Onun hedefi, oğlu büyüdükçe güreşin inceliklerini öğrenmesi ve bu geleneği yaşatmasıydı. Efraim için de aynı beklentisi vardı; büyüdüğünde, abisiyle birlikte güreş salonuna gitmesini, güreşi öğrenmesini ve pehlivanlık yolunda ilerlemesini arzu ediyordu.

Zamanla, Efraim yavaş yavaş büyümeye başlamış, emekleme aşamasına gelmişti. Emekleme aşamasından sonra, zorla attığı her adımda daha güçlü ve kararlı bir şekilde ilerliyordu.

Efraim büyüdükçe, abisiyle birlikte güreş salonuna gitmesi ve köyün güreş kültürüne katılması, baba için artık bir hayal değil, bir gerçek olmaya başlamıştı. Onun gelişimi, baba için sadece bir çocuk yetiştirmekten daha fazlasıydı; o, geleceğin pehlivanını yetiştiriyordu. Anne de, Efraim’in bu yolda büyümesini ve abisiyle birlikte güreşe başlamasını sabırsızlıkla bekliyordu.

Efraim büyümeye devam ederken, Karaatlı Köyü’nde Deli Ormanlı Koca Yusuf’un ismi, Amerika ve Fransa’daki yapmış olduğu müsabakalar ve kazandığı kahramanlıklar her evde dilden dile dolaşıyordu. Koca Yusuf, yalnızca köyün değil, tüm bölgenin gururuydu. Onun rakiplerini nasıl yendiği, nasıl zaferler kazandığı bir destan gibi anlatılırdı.

Yaşlılar, gençlere köyün meydanlarında, kahve köşelerinde Koca Yusuf’un gücünden ve cesaretinden bahsederken, Efraim de bu hikayeleri büyük bir hayranlıkla dinliyor ve hayaller kuruyordu.

Karaatlı köyünde yıllar yılları kovalarken, Efraim de büyüyor, gelişiyor, artık akranlarıyla köyde eğlenip oyunlar oynuyordu.

Köyde herkesin işi vardı. Devlet kimseyi boş bırakmıyor, herkesi çalıştırıyordu. Dinlenme ve tatil günlerinde köylüler mutlaka birbirlerini ziyaret eder, derin sohbetler yaparlardı. Her şeyden habersiz büyüyen Efraim, o yaşlarda dünyayı kendi köyünden ibaret sayıyordu belki de.

Yıllar ilerlerken, Efraim’in de ilkokula gitme yaşı gelmişti. Efraim okumalıydı. Okulların kayıt vakti yaklaştığında, babası onu elinden tutarak köyün ilkokuluna yazdırmıştı.

Okula başlayan Efraim, daha okulun ilk günlerinde diğer arkadaşlarından daha gürbüz ve daha kaynaşmacı oluşuyla hemen göze çarpıyordu. Okula gelen çocukların kendi köyünden olması, aralarındaki iletişimi kurmalarını kolaylaştırıyordu.

Efraim, okulun ilk gününü işten yorgun gelen anne ve babasına şöyle anlatıyordu: “Bugün okulda çizgi çizmeyi öğrendik. Arkadaşlarla oyunlar oynadık.” Efraim, okulu sevmişti. Eğlenceli bulmuştu, çünkü okul evden daha farklıydı. İlk kez gördüğü ve adına “öğretmen” dedikleri birisi onlara bir şeyler öğretmeye çalışıyordu. Üstelik okulda kurallar vardı. Belirli zaman ders, sonra teneffüs, sonra bir ders daha derken okul yaşamı böyle devam edip gidiyordu.

Köyde zaman akıp giderken, Efraim de ilkokul 4. sınıfa geçmişti, ancak o zamana kadar bir mana veremediği bir şey kafasına takılmıştı.

Efraim’in kafasına takılan şey, evde Türkçe konuşmalar yapılırken, okul derslerinde neden Bulgarca konuşuluyor olduğuydu.

Bulgarca ve Türkçe arasında gidip gelen Efraim, bir gün bu konuyu babasıyla konuşmaya karar verdi: “Baba, biz okulda Bulgarca, evde ise neden Türkçe konuşuyoruz?” diyordu.

Babası bir an duraksadı, sevgiyle Efraim’in başını okşayarak kulağına sessizce, “Biz Türküz oğlum,” dedi. “O nedenle evde Türkçe konuşuyoruz.” Bu sözler, Efraim’in zihninde bir soru işareti bırakmıştı.

Türk ne demekti? Herkes Türk müydü?

Köyde, farklı bir dil olan Bulgarca konuşanlar kimdi peki?

Küçük Efraim, bu soruları cevaplamak için daha fazla bilgiye ihtiyaç duyuyordu. Ancak babasının söyledikleri, içinde büyüyen bir merak duygusunu daha da artırmıştı. Köyde yaşayan birçok insan Türkçe konuşuyor ama aynı zamanda Bulgarca da konuşuyordu.

Evlerde Türkçe konuşmak neden yasaktı?

Bulgaristan hükümeti, 1970’lere kadar Sovyetler Birliği’nden her yıl milyonlarca dolar yardım alıyordu. Ancak Sovyetler Birliği’nin ekonomik desteği kesildiğinde, Bulgaristan hükümeti ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıya kalmıştı. Üretilen ürünler tüketime yetmiyor, halkın yaşam standartları giderek düşüyordu. Bu durum, hükümeti zorlukları aşabilmek için farklı bir yol aramaya itmişti. Jivkov rejimi, halkın arasındaki etnik farklılıkları daha da derinleştirerek, Türk nüfusunu baskılarla Türkiye’ye göçe zorlamayı planlıyordu.

Türklere yönelik baskılar arttıkça, bu baskılara dayanamayarak bazı aileler, atayurtları Türkiye’ye göç etmeye başladılar.

Efraim’in babası, bu zor günleri unutamıyor, aile içindeki tüm fertlere her zaman, “Biz Türküz” diyerek, onlara Türk kimliğini hatırlatıyor ve aidiyet duygusunu aşılamaya çalışıyordu.

Efraim gün geçtikçe, babasının söylediklerinin ne kadar önemli olduğunu fark etmeye başlamıştı.

Türk olmanın anlamı, sadece bir dil konuşmakla ilgili değildi; bu, bir halkın tarihini, kültürünü ve köklerini yaşatmanın, zor zamanlar içinde bile kimliklerini korumanın simgesiydi. Türk olmak, sadece bir dil konuşmak değildi, aynı zamanda bir mirası, bir kültürü, bir geçmişi yaşatmak demekti.

Süreç içerisinde, Jivkov hükümetinin uyguladığı baskılar, Efraim’in ailesinin ve köydeki diğer Türklerin yaşamlarını gittikçe zorlaştırmış, ağır baskıya maruz kalan birçok aile, köyden ayrılmayı ve Türkiye’ye göç etmeyi düşünmeye başlamışlardı.

Ancak, birçoğu kaçmayı denemek yerine, zorluklarla baş ederek Türk kimliğini koruyabilmek adına direnmeyi seçmişlerdi.

Efraim, babasının “Biz Türküz oğlum” cümlesini hayatında hiçbir zaman unutmamıştı.

Efraim için köyde hayat çok hızlı geçiyor, güçlü arkadaşlıklar kuruyor, kendisi de yıldan yıla büyüyüp serpiliyordu. Büyüdükçe de bazı şeylerin daha çok farkına varıyordu. Efraim bir taraftan okul, bir taraftan ders derken, yaz tatillerinde de tarlalarda kardeşleriyle birlikte anne ve babasına yardım ediyordu.

İki bin nüfuslu köylerinde düğün, güreş ve eğlence hiç eksik olmazdı. Özellikle köyde 1 Mayıs İşçi Bayramı çok etkili kutlanırdı. Devlet yetkilileri, Bulgaristan’ın her tarafında olduğu gibi, kendi köylerinde de 1 Mayıs’ta çeşitli faaliyetler organize ederlerdi. Çünkü bu bayram, sosyalist ülkelerde en büyük bayramlardan biriydi ve işçi bayramı olarak kutlanılıyordu.

Efraim için köyde düzenlenen yağlı ve karakucak güreşlerini izlemek onun en büyük mutluluklarından biriydi.

Babasının pehlivan sohbetlerinin birinde, kendi Karaatlı köyünün pehlivanları olan Ahmet Pehlivan, Zambak Kardeşler, Koca Mehmet gibi birçok ünlü güreşçilerin kahramanlıklarını da dinlemişti. Pehlivanların kahramanlık hikayelerini dinleyen Efraim’in kalbi her seferinde daha hızlı çarpmaya başlıyordu. Hatta babasının söylediğine göre köyünün ünlü güreşçisi Hüsnü Pehlivan, Avrupa’ya gitmiş ve orada madalya kazanmıştı.

Madalya ile köyüne dönen Hüsnü Pehlivan’ı köyde kalabalık bir grup karşıladı. “Yaşa Pehlivan!” diye avuçları patlarcasına onu alkışladıklarını babasından duymuştu.

Efraim’in köyde akranlarıyla güreş tutması, koşu yarışları yapması, köyün Avrupa madalyalı Hüsnü Pehlivan’ının arkadaşı olan Ateş Ali’nin dikkatinden kaçmamıştı.

Ateş Ali, Efraim’in babasından izin alarak onu köyün güreş kulübüne yazdıracağını söylemişti. Ertesi gün, Efraim ile birlikte güreş kulübünün yolunu tutmuşlardı. Güreş kulübüne Ateş Ali’nin yönlendirmesiyle adım atan Efraim, okul, ev, kulüp arasında mekik dokumaya başlamıştı.

Ortaokul yedinci sınıfa kadar güreş eğitimi alan Efraim, diğer akranlarına göre güreş eğitiminde daha çok mesafe kat etmişti. Bu nedenle hocası onu, Sofya’da yapılan Bulgaristan Şampiyonası’na götürmüştü.

Efraim, bu şampiyonada ilk madalyasını kazanarak sıkletinde bronz madalya elde etmişti. Bu madalya, aslında Efraim’in hayatında yeni bir dönemin başlangıcını simgeliyordu.

Efraim’in Bulgaristan şampiyonasında madalya kazanması, ailesinin daha iyi bir güreş kulübü arayışını hızlandırmıştı. Bir akşam, Efraim’in ağabeyi evde anne ve babasına Efraim’i Razgrad’daki güreş okuluna yazdırmayı düşündüğünü söyledi. Aile, bu fikre büyük bir destek vermişti. Efraim’in köyü ile Razgrad arasındaki mesafe yaklaşık 100 kilometre civarındaydı. Hiç vakit kaybetmeden, birkaç gün içinde ağabeyiyle birlikte Razgrad’a doğru yola çıktılar. Efraim ve ağabeyi, Razgrad’a varmış ve okula hızlı bir şekilde kayıt yaptırmışlardı.

Efraim, ilk defa ailesinden uzun süre ayrı kalacaktı.

Üzülüyordu çünkü çok sevdiği ağabeyini, kız kardeşlerini, anne ve babasını özleyecekti. Ama başka da bir çaresi yoktu. Bu okulda şampiyon olabilirdi.

Yeni güreş okulunun ilk günlerinde, Efraim herkesten daha çok çalışıyor, hocalarının gösterdiği hiçbir tekniği kaçırmadan, en ince detayına kadar öğrenmeye gayret ediyordu. Efraim, o dönemde çok sevdiği güreşi okul eğitimine göre daha öncelikli tutsa da, bir taraftan da eğitim hayatını sürdürmek zorundaydı.

Yedinci sınıfı ve liseyi Razgrad Güreş Okulu’nda tamamlamak isteyen Efraim için burası yeni bir ortamdı. Yeni arkadaşlar, yeni bir bina ve yeni antrenörlerle tanışmıştı. Efraim’in okula, arkadaşlarına, çevreye alışması aslında çok uzun sürmedi. Akranlarıyla hemen kaynaşıverdi. 1971 yılında başladığı bu güreş okulundan ancak 1975 yılında mezun olabilecekti. Ancak şampiyon olabilmek için yıllarca ailesinden ayrı yaşamayı göze almak zorundaydı; başarmalıydı.

Tıpkı Avrupa’da madalya kazanan Hüsnü Pehlivan gibi, Efraim de köyüne madalya ile dönmeliydi. Onu da köylüleri avuçları patlarcasına alkışlamalıydı.

Razgrad Güreş Okulu’nda yıllar birbirini kovalarken, Efraim burada en iyi hocalardan aldığı eğitimle göz dolduruyor, okulda herkesin ona “Büyük pehlivan olacak” gözüyle baktığını da hissediyordu.

Efraim aldığı eğitimle güreşle ilgili birçok tekniği, en güçlü rakiplerinin üzerinde artık rahatlıkla deneyebiliyordu; yerinde duramıyordu. Razgrad Güreş Okulu’nu temsilen katıldığı ilk üst yaş grubundaki Bulgaristan Şampiyonası’nda bir kez daha madalya kazandı. Kazandığı madalyadan sonra telefonla köyündeki anne ve babasına müjdeyi veriyordu.

Razgrad Güreş Okulu’nda takvimin yaprakları 1975 yılını gösterirken, Efraim kilo almış, 81 kiloda Bulgaristan Gençler Şampiyonası’na katılmıştı. Bu şampiyonada, ilk kez çok istediği altın madalyayı kazanarak şampiyon olmuştu.

Aynı yıl içinde Balkan Şampiyonası’nda gümüş madalya kazanan Efraim, büyükler kategorisinde de Bulgaristan 3.’sü olmuştu.

Ertesi yıl, gençler kategorisinde bir kez daha Bulgaristan şampiyonu olan Efraim, Balkan Şampiyonası’nda ikinci altın madalyasını da boynuna takmıştı.

Günler, aylar, yıllar geçiyor, Razgrad’daki okul günleri de yavaş yavaş sona ermeye başlıyordu.

Efraim’in esas hayat hikayesi de işte burada başlıyordu.

Eskicuma Karaatlı Köyü’nden Razgrad’a uzanan yolculuğu bundan sonra nereye evrilecekti? Kimbilir nereye savrulacaktı?

Bu karmaşık düşünceler içinde boğuşan Efraim, liseyi bitirdikten sonra, hiç beklemediği bir zamanda askere çağrılmıştı. Aslında bu olay, Efraim’in de işine gelmişti; bir an önce askerliği aradan çıkararak geleceğine odaklanmak istiyordu.

Efraim, sonunda 24 ay askerlik yapmak üzere birliğine teslim oldu. Ancak onun askerlik deneyimi, silahla ve tüfekle yapılan geleneksel askerlikten farklıydı. Efraim, askerlik görevini, Askeri Spor Kulübü Slavia’da güreş yaparak tamamlayacaktı.

Askeri Spor Kulübü Slavia’da, askerlik hizmeti yerine güreş antrenmanları yaparak, Bulgaristan adına uluslararası şampiyonalar için hazırlanıyordu.

Efraim, aynı kulüpte güreş tutmaya başladığı, soyadı daha sonra Abilov olarak değiştirilen ve kendisi gibi bir şampiyon olan İsmail Nizamoğlu’yla tanışmıştı. 1980 Moskova Olimpiyatları’na hazırlanan İsmail’e, Efraim gece gündüz bıkmadan idman veriyor, onun başarıları için çaba gösteriyordu.

Moskova Olimpiyatları öncesinde, İsmail, katıldığı tüm uluslararası yarışmalarda rakiplerini yenerek büyük bir başarı elde etmişti. Moskova Olimpiyatları’nda da şampiyon olabilirdi. Ancak, Amerika ve bazı Batı Bloku ülkelerinin Olimpiyatları boykot etmesi, İsmail’in şampiyonluk yolunu biraz daha kolaylaştırmıştı.

Bulgaristan Milli Takımı’yla birlikte Moskova’ya giden İsmail, 82 kiloda güreşerek Olimpiyat şampiyonu oldu. Bu zafer, ona sadece prestij kazandırmakla kalmadı, aynı zamanda Bulgaristan’da büyük bir gurur kaynağı oldu. Olimpiyat şampiyonu olduğu için Bulgaristan hükümeti tarafından Albay rütbesiyle ödüllendirildi.

Bir müddet sonra, aktif sporculuk hayatına son vererek güreşten emekli oldu. Emekliliğiyle birlikte, güreş camiasındaki yerini bir başka genç yeteneğe bırakma zamanı gelmişti. Efraim ise, 4 yıl boyunca beklediği milli formayı nihayet giyecekti. Sonunda, beklediği an geldi ve Efraim, milli takıma alındı.

Efraim, İsmail’in gerisinden gelen bir genç olarak, onun başarılarını daha da ileriye taşıyacağına inanarak, yeni bir döneme başlamıştı. Bu, hem onun için hem de Bulgaristan Türkleri için yeni bir dönüm noktasıydı.

O dönemde Slavia Güreş Kulübü’nü, Bulgarların olimpiyat şampiyonu Dimitrof çalıştırıyordu. Efraim gibi büyük bir sporcuya hizmet etmek, Dimitrof’u çok mutlu ediyordu. Ancak Dimitrof’un başarılı antrenörlüğü, onu Bulgaristan Güreş Milli Takımı’nın baş antrenörlüğüne taşımıştı. Bu nedenle, onun yerine baş antrenörlük görevine İsmail Nizamoğlu getirilmişti.

Efraim, 82 kiloya iyiden iyiye yerleşerek, 1981 yılında ilk büyük sınavını vermek üzere Dangalov Güreş Turnuvası’na katıldı. Bu turnuva, Dünya Şampiyonası’ndan çok daha üst seviyede bir organizasyondu. Efraim, güçlü rakiplerini yenerek şampiyon oldu. Bu zafer, onun güreş kariyerinde önemli bir dönüm noktasıydı.

Aynı yıl içinde Bulgaristan Şampiyonası’nda da birinci olarak, ilk kez Büyükler Avrupa Şampiyonası’nda takıma girmeyi başardı ve burada gümüş madalya kazandı. Ardından Üsküp’te düzenlenen Dünya Şampiyonası’na katılan Efraim, burada da müthiş bir performans sergileyerek Dünya İkincisi oldu.

Ancak Efraim, kazandığı madalyalarla yetinmeyip, hep daha fazlasını istiyordu. Askerlik hizmetini tamamladıktan sonra, güreş hayatına devam etmek için askeri kulübe katılmaya karar verdi. Askeri kulüpte güreşi daha da ciddiye alarak kariyerine yeni bir ivme kazandırmayı hedefliyordu. Ayrıca, Bulgaristan Silahlı Kuvvetleri tarafından Efraim’e binbaşı rütbesi de verilmişti.

Efraim için bu dönem, çok sevdiği hocası İsmail Nizamoğlu’nun askeri güreş kulübünün baş antrenörlüğüne atanmasıyla daha da güçlenmişti. Hem birlikte çalışacaklar hem de yeni zaferlere birlikte koşacaklardı.

1982 yılına gelindiğinde, Varna’da düzenlenen Avrupa Güreş Şampiyonası’nda ilk defa Avrupa şampiyonu oldu. Aynı yıl, Edmonton’da yapılan Dünya Şampiyonası’nda ise ikinci kez gümüş madalya kazanmıştı.

Efraim’in deyimiyle, Bulgaristan’da milli takıma girebilmek için mutlaka Bulgar sporcularını yenmek, hatta onlardan 15-20 puan fazla olmak gerekiyordu. Yani Bulgaristan’da Türk olmak, mutlaka üstün olmayı gerektiriyordu.

1983 yılına gelindiğinde, Macaristan’da düzenlenen Avrupa Şampiyonası’na katılan Efraim, tüm rakiplerini yenerek finale yükseldi. Finalde ise, ilk kez bir Türk sporcu ile karşılaşacaktı. Finale kadar tüm rakiplerini yenerek başarılı bir performans sergileyen Efraim, Budapeşte’de altın madalya mücadelesi için Rahmetli Reşit Karabacak ile karşı karşıya geldi.

Efraim, anayurdundan gelen bir sporcu olan Reşit Karabacak ile mücadele edecekti. Bu, Efraim için büyük bir heyecandı. Birincilik kürsüsünde ya Bulgaristan Milli Marşı çalacak ya da yıllarca kendilerine yasak olan Türkiye’nin İstiklal Marşı söylenecekti. Efraim’in deyimiyle, o yıllarda Reşit Karabacak formunun zirvesindeydi. Önceki yıllarda, neredeyse tüm Rus ve Bulgar sporcularını yenmişti.

Spikerin anonsuyla karşı karşıya gelen iki Türk sporcu, zorlu mücadelenin ardından, Reşit Karabacak Avrupa Şampiyonu olmuş ve Efraim ikinci olmuştu. Ancak Efraim üzgün değildi. Çünkü altın madalyasını kazanan kişi de Türk’tü. Reşit Karabacak, gözyaşları içinde İstiklal Marşı’nı okurken, Efraim de sağ elini göğsünün üzerine koyarak huşu içinde Türk İstiklal Marşı’nı sessizce mırıldanıyordu.

Madalyalı iki Türk, Türk Bayrağı’nın göndere çekilmesiyle büyük bir mutluluk yaşamışlardı aslında.

Efraim ve Reşit Karabacak, aynı yıl Kiev’de düzenlenen Dünya Şampiyonası’nda bir kez daha karşı karşıya geldiler. Bu kez Efraim’in galibiyetiyle sonuçlanan ve madalyaya uzanan mücadele sonunda kazanan taraf Efraim olmuştu.

1984 yılında, Efraim bir kez daha Dangalov Güreş Turnuvası’nda şampiyon oldu. Aynı yıl, İsveç’in Jönköping kentinde düzenlenen Avrupa Şampiyonası’nda da tüm rakiplerini yenerek ikinci kez Avrupa Şampiyonu olmayı başardı. Efraim, kazandığı başarılarla sadece kendisinin değil, dünya Türklerinin de gurur kaynağı olmaya devam ediyordu.

Efraim’in gözü olimpiyatlardaydı. Kazandığı madalyaların yanı sıra eksik olan olimpiyat madalyasını da kazanmalıydı. Çünkü Efraim’in her madalya kazandığında, Bulgaristan’da Jivkov’un zulmü ve asimilasyonu altındaki Türkler bayram ediyordu. Efraim, sadece kişisel zaferler için değil, aynı zamanda bu zaferlerin, kendi halkının direncinin ve kimliğinin bir sembolü haline gelmesi için de mücadele ediyordu.

Efraim, 1984 Los Angeles Olimpiyatları’na hazırlanırken, duyduğu bir sözle adeta yıkılmıştı. 1980 Moskova Olimpiyatlarını boykot eden Batı Ülkelerine karşı bir hamle olarak, Sovyetlerin safında yer alan sosyalist ülkelerin çoğunluğu bu kez de Los Angeles Olimpiyatlarını boykot etme kararı almışlardı. Bunun yerine, Sovyet Bloku, 1984 Los Angeles Olimpiyatlarına karşı alternatif bir olimpiyat düzenlemeyi önerdi.

Ancak bu alternatif olimpiyat, diğer olimpiyatlardan oldukça farklıydı. Her branş, farklı bir sosyalist ülkede düzenleniyordu. Efraim, Los Angeles Olimpiyatları’na katılamasa da, bu alternatif olimpiyatlarda sıkletinde şampiyon olmayı başardı. Eğer Los Angeles Olimpiyatları boykot edilmeseydi, İsmail gibi Efraim de kesinlikle olimpiyat şampiyonu olacaktı.

O dönemde Batı Almanya’da bir araştırmacı gazeteci, gazetesinde yayımladığı bir haberde, “1984 Los Angeles Olimpiyatları’nın düzenlendiği tarihlerde, alternatif olimpiyat düzenleyen Doğu Bloku ülkelerinde güreşlere katılan sporcular, Los Angeles’e katılan emsallerine göre %73 daha kaliteli” olduklarını iddia ediyordu. Bu iddia, Doğu Bloku’nun düzenlediği alternatif organizasyonun kalitesine dikkat çekiyor ve Efraim’in elde ettiği başarıların ne kadar büyük bir anlam taşıdığını bir kez daha gözler önüne seriyordu.

Efraim, Bulgaristan adına madalyalar kazandıkça, 1984 yılının sonu ve 1985 yılının başında Bulgaristan’da Türklere karşı baskılar iyice artmıştı. Türklerin isimleri Bulgar isimleriyle değiştirilmek isteniyordu.

Buna mukabil Türkler baskıya karşı çıkıyor, isimlerinin değiştirilmemesi için mücadele ediyorlardı. Efraim, tüm baskı ve zorlamalar altında, 1985 yılında Bulgaristan şampiyonu olarak milli takıma bir kez daha davet edilmişti. Avrupa Şampiyonası Doğu Almanya’nın Leipzig şehrinde yapılacaktı. Efraim üçüncü kez Avrupa şampiyonu olmak istiyordu.

Ama kendisine fırsat verilecek miydi?

Avrupa Güreş Şampiyonası için milli takıma girerek, Avrupa’da bir kez daha Bulgaristan adına yarışacaktı. Şampiyonaya bir hafta kalmıştı. Milli takıma o dönemde Bulgar gazeteci ve televizyoncular gelmiş, Efraim’le röportaj yapmak istemişlerdi. Efraim, o kadar zulme rağmen, aslanlar gibi televizyoncuların karşısına çıkmış, sorularını cevaplamıştı.

Bir gazeteci Efraim’e şu soruyu yöneltmişti:

“Efraim, siz Bulgaristan adına birçok şampiyonada birinci oldunuz, madalya kazandınız. Siz Türk müsünüz? Bulgarmısınız?”

Efraim, bu soruya derin bir sessizlikle cevap verdi. Bir süre gözlerini kapadı ve ardından hüzünlü bir şekilde yanıtladı:

“Ben Türk’üm, bir Türk’ün ne olduğunu, ne hissettiğini en iyi ben bilirim. Bulgar kimliği ne olursa olsun, ruhumda ve kalbimde her zaman Türk’üm.”

Efraim’in cevabı, sadece kendisini değil, Bulgaristan’daki Türklerin mücadelesini de simgeliyordu.

Efraim bir saniye düşünmeden hemen cevabını vererek,

‘’Ben bu topraklarda Türk olarak doğdum. Ama şampiyonalarda sizin milli marşınızı söylettim. Sizin ülkenizi temsil ettim, yani sizi temsil ettim. Benim anam, babam, atalarım Türk. Bundan sonra da Türk olarak yaşayacağım, Türk olarak öleceğim’’ diye cevap verince, röportaj yarıda kesilmişti. Bulgarım yerine Türküm demeyi tercih etmişti.

Dönemin yetkilileri bir kez daha Efraim’e gelerek sadece bir kez ‘‘Ben Bulgarım’’ demesini, böylece tekrar milli takıma alınacağını ve ona daha fazla imkan sunacaklarını, Bulgaristan’ı temsil etmeye devam etmesini istediler. Ancak Efraim, bir kez daha onlara:

‘’Ben Türk doğdum, Türk olarak öleceğim’’ dedi.

Bu sözleriyle, Efraim milli takımdan çıkarıldı ve yerine bir Bulgar sporcu alındı.

Efraim, o günden sonra rejimin soğuk nefesini ensesinde hissetmeye başlamıştı. Ölümüne ‘‘Türküm’’ demek, bu uğurda can vermek gerekirse, onu da milletine seve seve vereceğini söyleyen Efraim için tehlike çanları çalmaya başlamış, Bulgaristan yöneticileri Efraim’in sürgün kararını bile onaylamışlardı. Efraim, Bulgaristan’ın ücra bir köyüne sürgün edilecekti.

Zerre kadar Türklüğünden taviz vermeyen Efraim, bu asimilasyona karşı direniyordu. Ancak Bulgaristan KGB ajanlarının kendisini adım adım izlediğini de biliyordu. Artık yolun sonu görünmüştü.

Efraim, daha önceki yıllarda da KGB ajanlarının tacizine maruz kalmış, Türk müzikleri dinlediği için defalarca gözaltına alınmış, sorgulanmıştı. Hatta o dönemde, Ferdi Tayfur şarkılarına olan sevgisi o kadar büyüktü ki, doğan erkek evladının adını bile “Ferdi” koymuştu.

Efraim, Bulgaristan istihbaratının göz hapsinde, her gittiği yerde Türk ve Bulgar yüzlerce insanla buluşuyor, sohbet ediyordu. Ancak o, her adımıyla izleniyor ve yapılan her konuşma saat saat raporlanıyordu.

Efraim milli takım kampından atıldıktan sonra, Slavia Güreş Kulübü’ndeki baş antrenörü İsmail Nizamoğlu da kulüpten kovulmuştu.

Efraim ne yapacaktı şimdi?

Sonunda kararını vererek Türk yurdu olan Deliorman’a dönecek, ailesiyle birlikte Türkiye’ye, ana yurduna dönmenin yollarını arayacaktı.

Çünkü Bulgaristan istihbaratı artık Efraim’e nefes aldırmıyor, sürekli gözaltı, sorgulama ve sürgün tehditleriyle onu sıkıştırıyorlardı. Bu tür baskılara alışık olan Efraim, geçtiğimiz yıllarda kendisine gelen istihbaratçılardan birinin söylediği ‘‘Efraim seni hep izliyoruz, takip ediyoruz. Senin Türk milliyetçiliği duyguların günden güne artıyor, artık bizim için problem olmaya başladın’’ sözlerini unutamamıştı.

Efraim, Bulgaristan’da artık nefes alamaz duruma gelmişti. Ailesini yanına alarak, Türkiye’ye dönmeliydi. Birkaç kez Türkiye’ye geçmeye çalıştı ama her seferinde istihbaratçılar onu yakalayıp, çeşitli bahanelerle trene binmesine engel oldular.

Sonunda, Efraim, bir kez daha ailesini yanına alarak Türkiye’ye dönmeyi denedi. Bin bir güçlükle bu kez başardı ve Türkiye’ye, ana yurduna ayak bastı.

Efraim, ana-ata yurdunda artık özgürdü. Artık istediği kadar ‘’Ben TÜRKÜM’’ diye bağırabilir, Türk müziklerini son ses dinleyebilirdi. Adı, babasının koyduğu Efraim olarak kalacak ve kimse onu değiştirmeye çalışmayacaktı.

Efraim, özgür bir ülkenin özgür bir çocuğu olarak, Türkiye’ye hızla entegre oldu. Türk halkı, Efraim ve ailesine sıcak bir şekilde sahip çıktı, onları bağrına bastı. Hızla Seydişehir Etibank tesislerine yerleştirilen Efraim ve eşi, Etibank’ta işe başladılar. Efraim, hem güreş yaptı hem de maaş aldı.

Efraim ve ailesi, yeniden doğmuşlardı. Artık her sabah kapılarında tekmeleyen polis yoktu. Kendisini sorgulayan KGB ajanları da yoktu. Özgür bir şekilde, öz yurdunda ailesiyle mutlu bir hayat süreceklerdi.

Ancak Efraim’in içinde hep bir umut vardı: Türk Güreş Milli Takımı’nda güreşebilmek. Bunu gerçekleştirmek istiyordu. Etibank Güreş Kulübü’nde antrenmanlara devam etti.

Durmak bilmeyen çalışma temposuyla, sonunda Türk Milli Takımı’nı temsilen, sürgün edildiği, asimilasyona tabi tutulduğu Bulgaristan’daki Dangalov Güreş Turnuvası’na katıldı ve Türkiye adına şampiyon oldu. Bir kez de Avrupa şampiyonasında milli takıma giren Efraim, Türkiye adına Avrupa 3’üncüsü oldu.

Efraim, güreş hayatını noktalayarak ticaretle ilgilenmeye başladı. Ticaret alanındaki başarılarıyla günden güne işlerini geliştiren Efraim, şu anda İstanbul Aksaray’da oto yedek parça ticareti yapmakta ve aynı zamanda istihdam oluşturmaktadır.

Bunun yanı sıra, Bulgaristan Türkleri Derneği’nde Genel Başkanlık görevini de üstlenmiş olan Efraim, güreşçilere destek olmaktan büyük bir mutluluk duymaktadır. Her yıl düzenlediği güreş gecelerinde, 250-300 kişiye maddi destek sağlamaktadır.

Dernekteki Genel Başkanlık görevinde, Bulgaristan Türkleri için hastane, eğitim, burs gibi alanlarda da önemli yardımlar yapan Efraim, ihtiyaç duyan herkese elinden gelen tüm desteği sunmaktadır.

Efraim’in hayatı, sadece kişisel zaferlerle değil, aynı zamanda topluma katkılarıyla da şekillenmiştir.

“Kalın sağlıcakla.”

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.