Son yıllarda dünyanın dört bir yanında sıklıkla gündeme gelen “İklim Kanunu”, ilk bakışta çevreyi koruma amacını güdüyor gibi görünse de, derinlemesine incelendiğinde, aslında daha büyük bir düzenin parçası olduğunu görüyoruz.
Evet, dünya kirleniyor ve iklim değişikliği gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Ancak bunun sorumluluğunu ne köyde tarlasını süren Mehmet amca ne de ay sonunu zor getiren Ayşe teyze taşıyor. Gerçek sorumlular; devasa fabrikalarıyla, sınırsız tüketim çılgınlığıyla dünyayı sömüren küresel şirketler ve bunların gölgesinde zenginleşen sermaye baronlarıdır. Ancak işin tuhafı, bu kirli düzeni savunmaya çalışanlar, doğayı koruma bahanesiyle faturayı yine halka kesmeye çalışıyor.
Doğayı savunduğunu iddia eden perde arkasında ki küresel aktörler
İklim Kanunu gibi düzenlemeler, aslında küresel düzeydeki güçlü aktörlerin kendi çıkarlarını pekiştirmek için kullandığı araçlardır. Bu “doğa savunuculuğu” söylemi, doğanın korunmasından çok, ekonomik ve siyasi güçlerin daha da pekiştirilmesine yönelik bir strateji olarak karşımıza çıkmaktadır. Çevreyi koruma adına yapılan yatırımlar, aslında büyük şirketlerin yeni pazarlar yaratması ve kendi ekonomik çıkarlarını büyütmesi için bir fırsat sunuyor. Yatırımlar, yeşil enerji gibi alternatif kaynaklara yöneltilirken, bu alanlarda dev sermaye hareketleri, daha fazla kar elde etme amacı gütmektedir. Amaç, çevreyi korumaktan çok, sistemin işleyişini sağlamlaştırmaktır.
Ve işin en dikkat çekici noktası, bu sürecin halkı daha da zayıf bir duruma getirecek adımlar atmasıdır. Küresel aktörler, doğrudan “azalmalısınız” demiyorlar, ancak hayatı zorlaştırarak, kaynaklara erişimi sınırlayarak, gıdayı, suyu, enerjiyi pahalı hale getirerek bir şey yapıyorlar: Zayıfı eleyip, güçlü olanı yaşatmak. Bu noktada, gıda üzerindeki kontrol, dijital kimlikler ve hatta dijital para gibi yeni düzenlemelerle insanları kontrol altına almak, sistemin bir parçası haline geliyor.
Yalanlar üzerine kurulu sürdürülebilir kalkınma “yeni dünya düzeni”
“Kaynaklar yetersiz”, “Sürdürülebilir kalkınma”, “Çevresel baskı”, “Gelecek nesiller için önlem almalıyız” gibi söylemler, tüm dünyada iklim değişikliği ve çevre koruma adına sıkça duyduğumuz cümlelerdir. Ancak bu söylemler, tam olarak neyi ifade ediyor? Hangi kaynakların yetersiz olduğu, hangi çevresel baskıların altında olduğumuz pek de net değil. Dünya Ekonomik Forumu (WEF), Birleşmiş Milletler ve iklim zirvelerinde dile getirilen bu kavramlar, aslında tek bir mesajı veriyor: “Bu dünya bu kadar insanı taşıyamaz.” Ancak, bu insanlar doğrudan “azalmalısınız” demiyorlar. Bunun yerine, hayatı zorlaştırarak, kaynakları sınırlayarak, insanların gıdaya, suya, enerjiye erişimini pahalı hale getiriyorlar. Bu, kısaca “zayıfı eleyip güçlü olanı yaşatma” planının bir parçasıdır.
Korku ve Kontrol mekanizması “manipülasyon”
İklim krizi, son yıllarda bir korku aracına dönüştürülmüş durumda. “İklim felaketi geliyor” söylemleriyle halkı paniğe sürüklemek, insanlar üzerinde kontrol kurmanın en kolay yollarından biridir. Korku, insanları doğruyu ve yanlışı ayırt etmeden, sistemin dayattığı çözümlere itmek için en güçlü araçtır. Her bir felaket senaryosu, “bizim önerdiğimiz çözüme uymazsanız, daha kötü sonuçlarla karşılaşırsınız” şeklinde bir baskı aracına dönüşüyor. İnsanlar, sadece görünenle değil, arka plandaki oyunları da fark etmelidirler. İklim değişikliği gibi ciddi bir mesele, çevreyi korumaktan çok, bir kontrol mekanizmasına dönüşmüş durumda.
Sonuçta, iklim krizi ve çevreyi koruma söylemi, sadece doğayı korumak amacı gütmüyor. Bu söylemler, insanların, ülkelerin ve ekonomilerin kontrol altına alınması için kullanılan araçlara dönüşmüş durumda. Gerçek çözüm, bu niyetleri sorgulamakla başlar. İnsanlar, sadece görünenle yetinmemeli, arka plandaki büyük oyunları fark etmeli ve bilinçli bir şekilde hareket etmelidirler. Korkuyla değil, bilgiyle hareket etmek, özgürlüğü ve doğruyu bulmanın tek yoludur. Çünkü sorgulayan bir toplum, ancak o zaman gerçekten doğruya ulaşabilir ve bu düzenin hakikatine ulaşabilir.