Günümüzde bir olay yaşandığında ilk refleksimiz onu hissetmek değil, kaydetmek oluyor. Güzel bir manzarayla karşılaştığımızda, lezzetli bir yemek yediğimizde ya da özel bir an yaşadığımızda, aklımıza gelen ilk şey genellikle şu: “Bu anı nasıl kaydedip paylaşabilirim?” Bir anlamda, anı yaşamak yerine paylaşmayı seçiyoruz.
Ancak, bu paylaşımlar bazen o anın gerçek duygusunu hissetmemizin önüne geçebiliyor. Örneğin, en sevdiğiniz sanatçının konserindesiniz… Şarkıyı tüm ruhunuzla hissetmek yerine, telefonunuzu kaldırıp video çekmeye çalışıyorsunuz. Kadraj, ışık, ses… Her şeyin “mükemmel” olması için uğraşırken, o anın büyüsünü kaçırıyorsunuz. Ya da bir restoranda, gelen yemeğin tadına bakmadan önce dakikalarca en iyi açıyı yakalamaya çalışıyorsunuz. Belki sonunda harika bir fotoğraf çekiyorsunuz ama o anın samimiyetini, tadını, kokusunu gerçekten hissediyor musunuz?
Sosyal medya, modern çağın sahnesine dönüştü. Orada görünür olmak, hayatımızın en güzel anlarını sergilemek ve beğeni toplamak bizi mutlu ediyor. Çektiğimiz fotoğraflar, yazdığımız cümleler, paylaştığımız anılar zamanla bizim sosyal kimliğimizi oluşturuyor. Ancak burada büyük bir paradoks var: Anıları paylaşmaya odaklandıkça, onları gerçekten yaşamaktan uzaklaşıyoruz.
Bir manzaraya bakarken iç çekmek yerine, onu mükemmel bir kareye sığdırmaya çalışıyoruz. Konserde müziğin akışına kendimizi bırakmak yerine, video kaydının net olup olmadığını kontrol ediyoruz. Arkadaşlarımızla bir masada sohbet etmek yerine, ortamın “Instagram’a uygun” olup olmadığını düşünüyoruz.
Üstelik, paylaşım yaptıktan sonra da işimiz bitmiyor. Beğeniler, yorumlar, paylaşımlar… Gelen her bildirimle birlikte içimizde bir beklenti oluşuyor. Sosyal medya, farkında olmadan bizi bir onay mekanizmasına bağımlı hale getiriyor. Ya yeterince beğeni gelmezse? Ya kimse yorum yapmazsa? Zamanla, anıları kendimiz için değil, başkalarının gözünden değerlendirir hale geliyoruz. Oysa gerçek mutluluk, bir ekranın arkasında değil, o anı yaşarken hissettiklerimizde gizli değil mi?
Bu sürekli paylaşım döngüsü, farkında olmadan anları kaçırmamıza neden oluyor. Oysa en değerli anlar, bir kamera lensinden değil, gözlerimizin önünden geçtiğinde gerçekten hissedilir. Belki de kendimize şu soruyu sormalıyız: “Bu anı paylaşmaya değer mi, yoksa gerçekten yaşamaya mı?”
Peki, bu durumdan nasıl kurtulabiliriz? Elbette sosyal medyayı tamamen hayatımızdan çıkarmak zorunda değiliz. Belki de yapmamız gereken tek şey, onunla olan ilişkimizi yeniden düzenlemek. Anıları yaşarken, önce kendimiz için yaşamalıyız. Paylaşmak ise bir zorunluluk değil, sadece bir tercih olmalı. Mesela, bir gün batımını izlerken önce birkaç dakika sadece o anın büyüsüne kapılabilir, ardından isterseniz bir fotoğraf çekip paylaşabilirsiniz. Ama önce yaşamak, önce hissetmek…
Çünkü hayatımızın en özel anları, bazen hiçbir kamera tarafından yakalanamayacak kadar değerlidir. Ve belki de en anlamlı anılar, hiçbir zaman paylaşılmayacak olanlardır.
Bazen telefonlarımızı bir kenara koyup, sadece hissetmeye, gülmeye, izlemeye ve gerçekten yaşamaya odaklanmalıyız. Çünkü anlar, paylaşıldığında değil, gerçekten yaşandığında anlam kazanır. Anı yaşamak mı, paylaşmak mı? Belki de cevap, ikisini dengede tutmakta yatıyor.