Türkiye Cumhuriyeti devletinin 100. yıldönümünde spordaki gelişmelere göz atacak olursak, bu bir asırlık dönemi iki evrede değerlendirmemiz gerekir.
– Birinci 50 yıllık dönem: (1923-1973)
Cumhuriyetimizin ilk 50 yıllık döneminde İmparatorluk çökmüş, yerine 1923 yılında genç Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulmuştur.
Yeni devletin yeniden toparlanma, kurumsallaşma ve inşa süreci son hızla devam ederken, elbette bu yapılanma modern ve bilimsel spora da gereken önemi vermiştir.
Bu çerçevede çiceği burnunda genç Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bir yıl sonra milletler arenasında boy gösterebilmek için 1924 Paris Olimpiyatlarina 6 branşta (Atletizm, Bisiklet, Eskrim, Futbol, Güreş, Halter) 41 sporcu gönderdi. Oyunlarda madalya kazanamasak da, olimpiyatlar genç ülkemiz için iyi bir sınav oldu.
1928 Amsterdam olimpiyatlarına yine aynı branşlarda 31 sporcuyla iştirak eden ülkemiz burda da madalya kazanamadı. Arkasından 1932 Los Angeles Olimpiyatları’na uzak diye katılamayan genç Türkiye Cumhuriyeti, 1936 yılında Berlin’de katıldığı üçüncü olimpiyatta Güreş branşında bir altın, bir de bronz madalya kazandı.
1940-1944 yılları ikinci dünya savaşları dolayısıyla olimpiyatlar yapılamadı.
1948 Londra olimpiyatlarına yine 6 branşta (Atletizm, Bisiklet, Eskrim, Futbol, Güreş, Halter) biri kadın olmak üzere 58 sporcuyla katılan Türkiye, oyunlarda 6 altın, 4 gümüş, 2 bronz madalya olmak üzere sadece güreş branşında 12 madalya kazanarak ABD, İsveç, Fransa, Finlandiya, Macaristan ve İtalya’nın arkasından oyunları 7. sırada tamamladı.
Bu başarı, ikinci dünya savaşından sonra milletlerin bir araya geldiği spor organizasyonunda genç Cumhuriyetin 24. yaşında elde ettiği çok büyük başarıydı. Çünkü Türkiye 24 ülkeyi Londra’da geride bırakmıştı.
1948 Londra’da Güreşçilerimizin kazandığı 11 madalya ile birlikte bir atletizm sporcumuz da aynı olimpiyatta bir bronz madalya kazanmıştı.
Türkiye’nin güreşte başarılı olması Uluslararası Güreş Federasyonu’nu harekete geçirerek, 1949 Avrupa güreş şampiyonası Türkiye’ye verildi ancak Türkiye’de uluslararası organizasyona ev sahipliği yapabilecek bir tek spor salonu yoktu.
Yetkililer İstanbul’da harekete geçerek hem spor hem de kültürel sergi ve organizasyonların yapılabileceği bir tesisi inşa etmeye başladılar.
1949 yılında yapımı tamamlanan Lütfi Kırdar Spor Sergi Sarayı, aynı yılda hizmete açılarak şampiyonaya ev sahipliği yaptı.
Türkiye bu sampiyonada 6 altın, 2 bronz madalya kazanarak takım halinde ilk defa Avrupa şampiyonu oldu.
Yani 1949 yılına kadar 48 Olimpiyatlarında 12 madalya kazanan ülkemizin doğru dürüst bir spor tesisi bile yoktu. Sporcular o zamana kadar kurumların uygun müştemilatlarında antrenmanlarını yapmaktaydılar.
1938 yılında kurulan Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü teşkilatı her ne hikmetse 1949 yılına kadar sporda tesisleşmenin gerekliliğine yeterince önem vermemiş ancak BTGM Kanununun 14. maddesinde belirtildiği üzere “halkevleri kendi mensuplarına ve arzu edenlere kapalı veya açık salonlarında beden terbiyesi genel direktörlüğü ile müşterek olarak tertip edilecek programlara göre jimnastik, eskrim, güreş, yürüyüş, salon oyunları ve millî danslar gibi beden terbiyesi hareketleri yaptırılabilir” hükmü mucibince Devlet spor yapacak kişileri halkevlerine yönlendiriyordu.
İstanbul’dan sonra sporda tesisleşme Ankara’da da kendini göstermeye başlamış, 1947 yılında açılan spor tesisi yapımı proje yarışmasını İTÜ’lü iki genç mühendis kazanmış, Ankara Spor Sergi Sarayı inşaası 1954 yılında başlamıştır. Ancak ihaleyi kazanan firma mühendisleri yanlış inşaat planlamasından dolayı inşa etmeye çalıştıkları spor salonu 1957 yılında çökmüştür.
Yani diyeceğim odur ki, Türkiye’de Spor tesis hamlesi varlığını 1948 Londra’da elde edilen 12 madalyaya borçludur.
Tekrar konumuza dönelim…
Türkiye ilk 50 yılda, 1948 Londra olimpiyatlarından sonra 1972 Münih Olimpiyatları’na kadar madalya kazandı.
Türk sporu, 1960 Roma’da 7 altın, 2 gümüş madalya ile ilk 6 ülke arasına girdiğinde 36 ülkeyi geride bırakmıştı.
Türkiye Cumhuriyeti ilk 50 yılda; 8 olimpiyatta 23 altın madalya elde ederek ortalama ülke sıralamasında da ilk 15 ülke arasın da yerini aldı.
Türk sporu ilk 50 yılda önemli başarılar elde ederken bugünkü gibi binlerce spor salonu, binlerce spor kulübü milyonlarca lisanslı sporcusu, binlerce sıcak spor salonları, bilinçli ve kalifiye antrenörleri, on binlerce üniversite mezunu, modern spor kıyafetleri, antrenman materyalleri, spor bilimcileri, başarı ödülleri yoktu ama onların idealleri inançları vardı ve onlar yokluk içinde var olmasını bildiler ve başarılı oldular.
Cumhuriyetin ikinci 50 yılında ülkemiz de yerleşik spor bilinci çok da yeterli olmasa da yavaş yavaş şekillenmeye başladığında yüzlerce spor kulübü, spor tesisleri kurulmuş lisanslı sporcu sayıları da milyona yaklaşmıştı.
Hatta ikinci 50 yılda müstakil Gençlik ve Spor bakanlığı da kurulmuştu, daha sonraları spor akademileri, Beden eğitimi Spor bölümleri, spor bilimi fakülteleri birbiri ardına kurularak on binlerce öğrenci spor eğitimi almaya başladılar.
İkinci 50 yılda olimpiyatlardaki, ilk hezimetimizi ise 1976 Montreal olimpiyatlarında elde ettik.
Türkiye Montreal Olimpiyatlarına 8 branşta, biri kadın olmak üzere toplam 27 sporcuyla katılarak madalyasız bir şekilde yurda döndüler.
Türk sporu için sıkıntılı yıllar başlamıştı.
1979 yılında Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesi nedeniyle batı bloku ile birlikte 1980 Moskova olimpiyatlarına katılamayarak boykot ettik.
1984 Los Angeles Olimpiyatları yine boykotların gölgesinde yapıldı. Türkiye oyunlara on branşta biri kadın olmak üzere toplam 46 sporcuyla katılarak güreşte 1, Boks branşında 2 bronz madalya kazandı ve ülke sıralamasında 40. sıraya geriledi.
İkinci 50 yılda ilk 15 ülke arasına girmemiz gittikçe zorlaşmıştı yani ilk 15 artık bizim için sadece tatlı bir hayal olmaya başladığında, rahmetli Naim’in Türkiye’ye iltica etmesinden sonra, 1988 Seul Olimpiyatları’nda Türkiye uzun bir aradan sonra olimpiyatlarda ilk altın madalyasını kazanabilmişti.
1990’larda Sovyet blokunun dağılmasıyla birlikte bazı branşlarda uzman antrenör ve sporcu ithalatıyla, Türk sporunda gözle görülür bir kıpırdanma başladı ve bu süreçten sonra bazı branşlarda bazı yerli teknik adamlarımız ve antrenörlerimiz de kendilerini geliştirerek başarıyı devam ettirdi.
1992 Barcelona olimpiyatlarına on branşta 8’i kadın toplam 47 sporcuyla katılan milli takımımız oyunlarda 2 altın, 2 gümüş, 2 bronz olmak üzere toplamda 6 madalya ile ülkeler sıralamasında 21. sıraya yeniden yükseldi.
Ve Türkiye 1992 Barcelona’da ilk kez kadınlarda bir bronz madalya kazandı.
Ülkemiz 1992 Barcelona’dan sonra 2020 Tokyo olimpiyatlarına kadar madalya kazanan branş sayısını beş’e yükselterek bir birinden kıymetli madalyalar kazanmasına rağmen altın madalya kazanma stratejisinde önemli bir mesafe elde edemedi.
2020 Tokyo olimpiyatlarında ise 13 madalya kazanan ülkemiz oyunları 35 ncı sırada tamamladı 72 yıl aradan sonra Türkiye ilk defa 13 madalya kazanabilmişti.
Yani, Türk sporunda kısmi başarılar olsada 1938 yılından beri devamlı değiştirilen spor mevzuat sisteminin örgütsel ve yönetimsel bazı zaafiyetleri başarıdan çok başarısız bir görüntü arzediyordu çünkü uzun zamandır Türk sporu 8,9 branşta fedakar bazı antrenör ve sayıları 50,60’ı geçmeyen sporcuların sırtına yüklenmişti.
Cumhuriyetimizin birinci 50 yılında olimpiyatlarda 23 altın madalya ile ortalama sırası 15 ncı olan, Türkiye, Cumhuriyeti ikinci 50 yılında toplam 18 altın madalya ile ülkeler ortalama sıralamasında 31. sırada yer aldı.
Eğer ikinci 50 yılda Türk kökenli yada akraba topluluklardan ithal ettiğimiz şampiyon sporcularımızda olmasa olimpiyatlarda kazandığımız madalya sayısı çok az olurdu.
İkinci 50 yılda Türk ve akraba topluluklarımımızdan ithal ettiğimiz sporcularımız (Naim Süleymanoglu 3 altın, Halil Mutlu 3 altın, Taner, Hüseyin Özkan 1 altın Ramazan Şahin 1 altın, olimpiyatlarda bize tam 9 Altın madalya kazandırdılar yani ikinci elli yılda kazandığımız 18 altın madalyanın %50’sini bu kardeşlerimiz kazandı).
Daha kapsayıcı, daha bilimsel, daha bütünsel, daha başarılı, daha adil, daha meydan okuyucu, daha sürdürülebilir ve daha şeffaf bir spor için;
1) Türk sporunun ulusal ve uluslararası politikası, amaçları, hedefleri yeniden tanımlanmalı ve mevzuata eklenmelidir,
2) Uzun vadeli sporcu gelişim sistemi, stratejik eylem planlamaları yapılmalı ve hayata geçirilmeli, sporcular bilimsel yöntemlerde spora ve branşlara yönlendirilmelidir,
3) Türk sporunun örgütsel yapısı gözden geçirilerek revize edilmeli, sırtında ki yükler azaltilmalıdır,
4) Türk sporu ülke stratejileri doğrultusunda ya Cumhurbaşkanlığına bağlı bir birim olmalı yada müstakil bir kuruma dönüştürülerek idari ve çalisan personel sayısı revize edilmeli, operasyonel gücü artirilmalıdır,
5) Sağlıklı toplum inşa etme adına fiziksel aktivite stratejileri geliştirilmeli, aileler spora yönlendirilmelidir,
6) Türkiye’de sporun merkez ve taşra paydaşları arasında görev ve yetkiler yeniden tanimlanmalı özellikle mevzuat dahilinde yerel yönetimlerle işbirliğine gidilmelidir.
7) Spordan emekli olan başarılı sporcular çift kariyer planlamaları ile sporun içinde tutulmalı onlara yetkiler verilerek sporun paydası olmaya devam etmeleri sağlanmalıdır,
8) Tüm okullarda ve üniversitelerin diğer bölümlerinde de müştereken kullanabilecekleri spor salonu inşa seferberliği başlatılmalı ögrencilerin spora erişimi kolaylaştrılmalıdır,
9) Türkiye’de antrenör eğitim sistem gözden gecirilmeli antrenörlük meslek sınıfına dahil edilmelidir,
10) 1938 yılında BTGM teşkilat kanunda olduğu gibi özel sektorlere spor kulübü kurma zorunluluğu getirilmeli giderler, gelir vergisinden düşürülmeli, ayrıca köy, kasaba spor birlikleri de yeniden kurulmalı, spor köylerden şehirlere doğru bir ivme kazanmalıdır.
“Kalın sağlıcakla”